Bal ve Zehir

Bir süredir okuyup düşünmeyi yazmaya tercih etmiş durumdayım.
Fakat 12 Eylül 2010 günü yapılacak referandumla ilgili olarak çevremden gelen yoğun talep üzerine bir değerlendirme yapmak ihtiyacını duydum.

Aslında daha önceki “Yargılı-yorum” başlıklı yazıyla konuya ışık tutmaya çalışmış, özellikle Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu`nun nasıl yapılandırılması ve üyelerinin nasıl seçilmesi gerektiği üzerinde durmuştum.
Mevcut iktidarın referanduma götürdüğü Anayasa değişikliği paketinde yer alan ve sert tartışma ve itirazlara yol açan ikinci konu, Anayasa Mahkemesi`nin yapısı ve yetkileri konusudur.
Bu iki konuda değişiklik paketinde öngörülen yeni düzenlemenin ve birçok insanın zihninde 12 Eylül darbesini yapanlardan hesap sorulacağı kanaatini oluşturan geçici 15`inci maddenin iptaline dair maddenin, “evet” oyları yüzde elliyi geçemese bile, iktidar partisinin oy gücünü aşan bir destek bulacağı açıklanan anket sonuçlarından anlaşılmaktadır.

“Hayır” oyu verecek olanların bu durumun, “evet” oyu verecek olanların ise milletin diğer yarısının “daha demokratik bir devlet yapısı oluşturmak” iddiasıyla sandığa götürülen bu pakete karşı çıkmasının sebeplerini doğru değerlendirmeleri gerekir.

Öncelikle şu hususu tesbit edelim: Bu ülkede yaşayan insanların en az yüzde yetmişi o hiç sevmediğim tabirle “sağcı”dır; milliyetçidir, muhafazakardır, liberaldir v.s. Buna mukabil toplumun yaklaşık yüzde otuzu yine o hiç sevmediğim tabirle “solcu”dur; sosyal demokrattır, sosyalisttir, komünisttir v.s. Tabii ki bu kaba ayırım, “sağcı” olanların içinde ferdiyetçi değil toplumcu düşünenlerin, “solcu” olanların içinde enternasyonalist değil “milliyetçi/ulusalcı” olanların bulunmadığı anlamına gelmez. Şu var ki liberallerin sağdaki, ulusalcıların soldaki yüzdesi bir hayli düşüktür. İleride bu oranlarda ne türlü değişiklikler olacağını şimdiden kestirmek elbette zordur fakat şimdiki halde tablo budur.

Ortadaki bu tablo karşısında, modern bir devlet olmanın vazgeçilmez bir unsuru durumundaki kuvvetler ayrılığının bir gereği olarak oluşturulan Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay gibi yüksek yargı organlarının bazı konularda verdiği -bence hukuki olmaktan ziyade ideolojik mahiyetteki- mesela Cumhurbaşkanı`nın seçilebilmesi için 367`lik toplantı nisabını şart koşmak, klasik başörtüye de açık kapı bırakmaksızın üniversitelerde türban takılmasını yasaklamak gibi kararların yüzde yetmişlik “sağcı” seçmenlerin hiç değilse yüzde altmışı yani toplam seçmenin yüzde kırkikisi nezdinde bu anayasal kurumlarımıza karşı en azından bir allerji uyandırdığını kabul etmek gerekir. 12 Eylül müdahalesini yapanlara haklı veya haksız olarak hınç duyanların da eklenmesiyle “evet” oylarının yüzde elliyi aşabilmesi tehlikesinin kaynağı, işte bu allerji ve hınç duygusudur.

Neden “tehlike” kelimesini kullandım?

Çünkü referandumla oylanacak olan paket, kuvvetler ayrılığını büyük ölçüde ortadan kaldırmak, iktidar partisini yahut onun politbürosunu veyahut liderini tek otorite haline getirmek, ülkeyi diktatörlük rejimine götürmek istidadındadır.. Bu konudaki endişemin sebebi, kesinlikle şu anda iktidarda muhalifi olduğum bir partinin bulunması değildir. Üyesi olduğum partinin liderinin de bir diktatör gücüne sahip olmasını asla istemem. Bazı diktatörlerin hükmettikleri millet için iyi işler yapmış olması, çoğunun milletin başına bela olduğu gerçeğini değiştirmez.

Yargı organlarının yukarıdan aşağı bütünüyle iktidar partisinin tercihlerine uygun olarak yapılandırılıp yetkilendirilmesi, gerek yüksek seviyedeki devlet siyaseti bakımından gerek vatandaşların günlük hayatı bakımından çok büyük tehlikeler arz etmektedir. Ülkemizde yaklaşık altmış senedir gittikçe artan dış güçlerin nüfuzu, yabancı sermayeye kapıların neredeyse ardına kadar açılması neticesinde bugün çok korkunç boyutlara ulaşmıştır. Dışarıya uşaklık ederek içeride bize efendilik taslayanların, bir taraftan karısına kızına “dinimiz böyle emrediyor, kapan!” deyip diğer taraftan “ABD/AB böyle emrediyor, açıl!” diyerek devlete striptiz yaptıranların sürekli iktidarda kalmak uğruna başımıza ne belalar açacakları daha şimdiden açılmış olan belalardan bellidir! O günleri yaşamak ister misiniz?

Ülkemizde kuvvetler ayrılığı fiili olarak zaten sadece yargı organları bakımından geçerli durumdadır. Milletvekillerinin kimler olacağını her partinin lideri yahut politbürosu tayin etmekte, sandığa giden vatandaşa “seçme hakkı” diye formalite olarak mühür basma yetkisi verilmekte, yüzde 35 oy almış partinin lideri yahut politbürosu Meclis`in yüzde yetmişini ele geçirmekte, istediği kanunu çıkarabilmekte, bunun adına da “demokrasi” denmektedir. Sistem temelden siyasi yalancılık, üçkağıtçılık ve dolandırıcılık üzerine kurulmuştur. Böylesi bir sistemde yetersiz de olsa, gecikmeli de olsa adaletin varlığından söz edebiliyorsak, bunu yargının tamamiyle siyasi iktidarın iradesine tâbi olmamasına borçluyuz.

Eğer vatandaşın kendisini vatandaş olarak hissetmesini sağlayan yargı bağımsızlığı da ortadan kalkar, hakimler ve savcılar baştan aşağı iktidar partisinin iradesine tâbi hale gelirse, iktidar partisinin yaşadığınız yerdeki il-ilçe başkanları başınıza derebeyi kesilir. Memur da olsanız, esnaf da olsanız, işçi de olsanız, köylü de olsanız onların şerrinden korunmak için sığınabileceğiniz merci kalmaz. Bir zamanlar bu ülkede çok örnekleri görüldüğü üzere o il ve ilçe başkanlarının “sen nasıl olur da benim adamımı serbest bırakmazsın” yahut “sen nasıl olur da benim şikayet ettiğim adamı içeri atmazsın” diye savcıların -hakimlerin odalarına kapıyı tekmeleyerek girdikleri, hatta öfkesine hakim olamayanların sille tokat savcıya-hakime giriştikleri bir ülkede yaşamak ister misiniz?

Peki, diyelim üçyüzbin lira değerindeki mülkünüzün tapusunu ikiyüzbin lira karşılığında kendisine veya adamına devretmeyi kabul etmediğinizde, “madem öyle ben burayı yüzellibin lira bedelle istimlak ettireyim de gör!” diye sizi tehdit edecek ve bunu gerçekten yaptırabilecek ceberut parti kodamanlarının tasallutları karşısında çaresiz kalmak ister misiniz?

Önümüze konan paket ilk bakışta çoğumuza cazip gelebilir. Fakat unutmayalım ki bir kavanozdaki yüz gram bala on gram siyanür karıştırıldığında, insan için artık o karışım yüz gram bal artı on gram zehir değil yüzon gram zehirdir. “Ben bu baldan vazgeçemem” diyerek kendinizi zehirler misiniz?

Efendim?

Lütfen daha yüksek sesle söyler misiniz?

Muhsin Küçük hakkında 110 makale
Av.Muhsin Küçük

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Lütfen görselin sonucu giriniz *