İstiklâlimiz ne durumda

Geride kalan haftanın Salı günü, merhum millî şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy’un yazdığı ve milletimizin hissiyâtına tercüman olarak kahraman ordumuza ithaf ettiği şiirin 12 Mart 1921 târihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ‘Millî Marş’ olarak kabul edilişinin 92’nci yıldönümü idi.
Bu vesîle ile, mûtad olduğu üzere marşın edebî ve hamâsî özellikleri hakkında medhü senâda bulunmak yerine, tam Türkçe karşılığı ‘bağımsızlık’ olan istiklâlimizin ne durumda olduğuna bakmanın daha uygun olacağını düşündüm.
İstiklâl Savaşı’nı başlatıp zafere ulaştıran büyük komutan, “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyor, millete, milletin meclisine ve ordusuna “Ya istiklâl ya ölüm” parolasıyla önderlik ediyordu. Osmanlı Devleti’nin bakıyesi topraklar üzerinde yeni bir devleti kurarken en fazla üzerine titrediği değer de “istiklâli milliye” idi. Etrâfındakiler, bugünkü Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın o dönemdeki ön modeli olan Cemiyeti Akvâm’a üye olmak için başvurmamız gerektiğini söylediklerinde, “Ne münâsebet! Üye olmamızı istiyorlarsa onlar bizden talepde bulunsunlar, bağımsızlığımıza halel getirmeyecekse kabul ederiz” diyecek ve öyle de olmasını sağlayacak kadar istiklâl sevdâlısı idi. 1923’den 1938’e kadar on beş yıl boyunca bağımsızlık konusundaki hassâsiyetini bütün dikkatiyle koruyarak devleti yönetti. Ya sonrası?
Sonrasında, takrîben beş yüz senedir devletimizin tepesinde çöreklenmiş bulunan dönme-devşirme gürûhu, devleti gittikçe artan bir ivme ile Atatürk’ün bağımsızlık felsefesinden uzaklaştırdı. O’nun gâyesi olan millî demokrasi yerine üzerine “demokrasi” etiketi vurulmuş soytarokrasi sistemini binâ ettiler. Aslında Türk Ordusu’nun kurmayları girmemizi doğru bulmadıkları için dışında kaldığımız İkinci Dünyâ Savaşı’nın sonlarına doğru, sosyal psikolojinin gerekleri doğrultusunda kamuoyu oluşturmak maksadıyla, “Stalin bizden Kars’ı, Ardahan’ı ve Boğazlar’ı istiyor” diye bir propaganda rüzgârı estirerek, Türkiye’yi genelde kapitalist Batı’nın, özelde hepsinin ağababası durumuna gelen ABD’nin kucağına oturtmanın ortamını hazırladılar. 1949’da kurulan NATO’ya üye olabilmek uğruna DP iktidârının Meclis kararına bile gerek duymaksızın Kore’ye asker göndermesi üzerine, 1952 yılında NATO’ya üye yapıldık. Gerek NATO üyeliği gerek ABD ile yapılan gizli- ikili anlaşmalar dolayısıyla, ABD’nin ülkemizdeki nüfûzu sâdece askeri konularda değil her alanda yıldan yıla arttı ve derinleşti, ABD’nin nüfûzu artıp derinleştikçe de bizim devletimizin bağımsızlığı azaldı ve sığlaştı. 1964’de Başbakan İsmet İnönü’ye Türkiye’nin Kıbrıs’a müdâhalesini önlemek amacıyla gönderilen ‘Johnson Mektubu’, on yıl sonra 1974’de bu müdâhaleyi yapmamız üzerine alayhimize uygulamaya konulan ABD ambargosu, yaklaşık 30 yıldır süren bölücü PKK terörüne ABD’nin verdiği kâh örtülü kâh açık destek, Irak’ın kuzeyinde yavaş yavaş fakat göstere göstere oluşturulan Barzânî Devleti, 2003 yılında askerimizin başına çuval geçirilmesi, buna karşılık hükümetimizin de ordumuzun da avâmî tâbirle “gık” diyememesi, 2008 yılında Bush’un PKK operasyonu için Irak’a giren Türk ordusuna hitâben diplomasiyle ve hele “müttefiklik” (!) ile hiç bağdaşmayan bir uslûpla “Get out from Kürdistan!” diye hitap etmesi ve askerimizin derhal çekilmesi…
Diğer taraftan özellikle son on beş yıl zarfında benim AB=Avrupa Belâsı dediğim oluşuma üye olabilmek için, egemenliğin AB Konseyi’nin koltuklarında oturan bir avuç masona önemli ölçüde devredilmesi ve anayasamızın bir çok maddesinin ve kânunlarımızın değiştirilmesi de dâhil olmak üzere süregelen soytarokrasi uygulamaları…
Yine de üzerimizde al sancağımız hâlâ dalgalanıyor diye övünüyoruz; ama aslında avunuyoruz…

Muhsin Küçük hakkında 110 makale
Av.Muhsin Küçük

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Lütfen görselin sonucu giriniz *