Sahnenin Önü ve Arkası

Başbakan R. Tayyip Erdoğan, Türk Ordusu`nun 1974 yılının Temmuz ayında yaptığı müdahalenin 37`nci yıldönümünde Kıbrıs`a gitti ve genel olarak “Denktaş çizgisine dönüş” olarak yorumlanan bir konuşma yaparak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti`ne sâhip çıktı.
Erdoğan, aynı zamanda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi`nin bir anlaşma olmaksızın Avrupa Birliği`nin dönem başkanlığını üstlenmesi hâlinde, Türkiye-AB ilişkilerinin dondurulacağını ilan etti; diğer taraftan Mavi Marmara baskını ve olay sırasında yaptığı katliamdan dolayı İsrâil Türkiye`den açıkça özür dilemediği ve ölenlerin yakınlarına tazminat ödemediği takdirde Türkiye-İsrail ilişkilerinde normalleşme sağlamanın mümkün olmadığını söyledi. Bu çıkış ve beyanları nasıl değerlendirmeliyiz?

Öncelikle her türlü ideolojik tarafgirlik ve siyâsî parti tercihinden arınmış bir zihinle düşündüğümüzde, kabul etmek gerekir ki, Hatay`ın Fransızlara karşı savaşın da göze alındığını ihsas eden bir uslûp kullanılarak diplomasi yoluyla alınmasından bugüne kadar geçen zaman zarfında, bilhassa NATO`ya girişimizden itibâren birçok alanda oluşmuş-oluşturulmuş bağımlılıklarına rağmen, Türkiye Cumhûriyeti Devleti`nin bıçak kemiğe dayandığında hâlâ bir bağımsız devlet haysiyeti ve kararlılığıyla hareket edebildiğini fiilî olarak ortaya koyan iki hâdise vardır:
-1974`de Kıbrıs`a yapılan askerî müdâhale.
-2003`de 1 Mart Tezkeresi`nin TBMM tarafından -“evet” oylarının fazlalığına rağmen Anayasa`nın öngördüğü nitelikli çoğunluğun sağlanamaması sûretiyle- reddedilmesi.

Bu tesbit temelinde, Kıbrıs`daki haklarımızı ve soydaşlarımızı korumanın milletimiz için dâimâ önemli bir millî dâvâ olduğunu, 1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesinin milletimiz nezdinde büyük tasvip gördüğünü, “ucu açık tutulan üyeliğe elverişli duruma getirme” bahânesiyle devletimize karşı ardı arkası kesilmeksizin tek taraflı ve haksız olarak sürdürülen dayatmaların artık vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunu AB`nin adını duyunca yaka silker hâle getirdiğini ve nihâyet İsrâil`in Mavi Marmara gemisinde münhasıran Türk olanları hedef alarak yaptığı katliamın milletimizin izzeti nefsini rencide ettiğini sosyal psikolojiyi de hesâba katarak dikkate aldığımızda, Başbakan`ın bu çıkış ve beyanlarının, toplumun kendisine ve lideri bulunduğu iktidar partisine verdiği desteği artırmayı, sert muhâliflerini ise en azından bir kısmı îtibâriyle yumuşatmayı amaçladığını ve gerçekten de bunu sağlayabilecek mâhiyette olduğunu söyleyebiliriz.

Samîmiyetinden emin olabilsek, “one minute!” çıkışı üzerine “helâl olsun!” dediğimiz gibi, bu çıkış ve beyanları da alkışlarız. Fakat o çıkışın yapılmasından sonra bildiğimiz kadarıyla bir-iki ortak askerî tatbikatın yapılmaması dışında İsrail`e karşı herhangi bir ciddi tavır sergilenmedi, herhangi bir önemli ikili anlaşma iptal edilmedi. Daha önce ceza kânunumuzda zinanın suç olarak yer alması konusunda AB`ye iki gün dik duruldu, üçüncü gün onların hazırladığı metnin altına imza atıldı. Kıbrıs dâvâmızın büyük mücâhidi Rauf Denktaş, Annan Planı`nı kabul etmiyor, Türkiye`nin ve Kıbrıs Türklerinin hukukundan tâviz vermiyor diye, üstelik hakkında son derece çirkin, galiz ifadeler kullanılarak makamından indirildi. Bölücü teröre karşı gerekli desteği vermediği gibi Kuzey Irak`da fiilen bir ayrılıkçı devlet kurduran ve Kandil`e asker göndermemize yeşil ışık yakmayan, bir defa bunu yaptığımızda daha üç gün geçmeden bize en kaba hitap tarzı ile “get out!” diyen ABD`nin kendi menfaatleri gerektirdiğinde “gönder” dediği her yere (Afganistan`a, Kosova`ya, Lübnan`a, Somali`ye…) asker gönderildi. Üstelik Büyük Orta Doğu Projesi`nin eş başkanı sıfatıyla, Tunus, Libya, Mısır, Yemen, Suriye gibi halkının ezici çoğunluğu Müslüman ülkelerde kardeş kanı dökülmesine, istikrarın bozulmasına, bölünme tehlikesine yol açan, bölgemizde en fazla İsrâil`i mutlu eden ve Batı dünyâsının büyük bir memnuniyet duyarak “Arap Baharı” adını verdiği isyanlar ve iç savaşlar sürecinde İsrâil ve Batı dünyâsı ne isterse o yapıldı. Önce “NATO`nun Lİbya`da ne işi var” dendi sonra Meclis daha karar bile vermeden Libya`ya savaş gemileri gönderildi ve yapılacak saldırılar için merkez üssü olarak İzmir tahsis edildi. Libya lideri Muammer Kaddafi “ya iktidar ya ölüm” kıskacında boğuşuyor.

Başta İsrâil olmak üzere ABD ve neredeyse Hristiyan dünyâsındaki bütün devletler, nükleer silah da yapabileceği endişesiyle İran`ın nükleer enerji üretecek tesisler için çalışmalar yürütmesine karşı çıkıyorlar. İran, önemli miktarda şii nüfus barındıran ülkelerde nüfuzu bulunan ve Suriye ile ittifak kurmuş olan bir devlet. Beşşar Esad, bu ittifakı bozmaya zorlanıyor; Suriye bu maksatla karıştırıldı ve şimdilerde dünya ve özellikle Türkiye kamuoyunun bu ülkeye yapılacak bir müdahaleyi meşru görmesi için gerekli psikolojik zemin hazırlanıyor. Gazetelerde, televizyonlarda devamlı Suriye ordusunun yaptığı sivil katliamlarından bahsediliyor, insanların bilinçaltında Esat`la Saddam yavaş yavaş eşit hale getiriliyor.

İttifakın iki halkasından birinin mümkün olan en kısa zamanda kırılması lâzım. Peki bunun için asker olarak Conilerin gücü mü kullanılacak, Mehmetçiklerin mi?
Eğer Suriye`ye yahut gerektiğinde İran`a karşı Mehmetçiklerin gücü kullanılacak, Soros`un ifâdesiyle “kanı ihraç edilecek ise, “saldırın!” emrini verecek otoriteye kendi toplumunun âzamî psikolojik-siyâsî desteğini sağlamak gerekir, değil mi efendim?

Daha düne kadar Kaddafi için de “kardeşim” diyordu, Esad için de “kardeşim” diyordu.
Ey, bu ülkede kürsülerden, ekranlardan kendilerine “kardeşleriiim!” diye hitap edilenler!
Ey, bu ülkede yıllardır yaşananları sadece demokrasi ve iç iktidar kavgası olarak görenler!
Başbakan`ın çıkış ve beyanlarıyla Askerî Şûra vetîresinde olup bitenlere bir de bu açıdan bakın lütfen…

Muhsin Küçük hakkında 110 makale
Av.Muhsin Küçük

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Lütfen görselin sonucu giriniz *