Türkçe Ne Kadar Türkçe, Yabancı Dil Ne Kadar Yabancı?

İşte size bencileyin birãz ‘eskilerde kalmış’ olanların ifãdesiyle netãmeli bir sual. Çünkü eminim başlığı okuyanların bãzıları “anlamsız bir soru; kimsenin elinde bir alaşımın kalitesini belirler gibi bu soruyu cevaplandırmaya yarayacak bir mihenk taşı yok ki…” diyerek, bãzıları “işte Türkçeyi dil yerine koymayan, yabancı dil hayranı biri daha…” diye düşünerek yazıyı okumaktan vazgeçebilir.

Umarım, siz bunun aslında çok önemli bir mesele olduğunu dikkate alarak yazıyı sonuna kadar okumaya devam edersiniz.

Önce yine kimimizin tuhaf karşılayacağı bir tesbitle konuyu açmaya çalışalım:

Türk, konuştuğu dilden fazla Türk, yabancı, konuştuğu dilden fazla yabancıdır!

Öyle olmak zorundadır; çünkü tãrih boyunca hayãtın ve tabiatın şartları, her bir ırkın-milletin meselâ kuş cinsinden kanaryalar veya kargalar gibi yãhut kedigillerden arslanlar veya sırtlanlar gibi hep kendi diliyle konuşup anlaşabilmesine fazla izin vermemiştir. Yaşanan göçler, devletler arasında yapılan savaşlar ve barışlar, müşterek dînî inançlar, kurulan ticãrî ilişkiler ve siyãsî /askerî ittifaklar, ilim ve teknoloji alanındaki keşifler, îcatlar, yabancı dilleri öğrenmeyi de yabancı dillerden kelimeler alıp kullanmayı da gerekli hattâ zorunlu kılmıştır.

Zaten dünyãdaki birçok ırkın saf bir ırk olarak kalamayıp millet hãline gelmesinde de bu ãmillerin çok büyük etkisinin bulunduğu inkâr edilemez.

Şu halde bir milletin dilinde başka dillerden alınmış çok sayıda kelime bulunması gãyet tabiidir.

Meselâ İngilizceyi ele alacak olursak, daha önce Keltlerin egemen olduğu ada, Sezar’ın M.Ö. 55-54 yıllarındaki istilâsından sonra çok geçmeden tamãmen Romalıların eline geçti ve takrîben 450 sene süreyle onların elinde kaldı. Bu süre zarfında Keltçe kelimeler yok olmaya yüz tuttu ve Latince egemen oldu. Roma’nın devlet olarak adadan çekilmesinden sonra Anglo-sakson, Friz ve Juteslerin Breton topraklarına gelmesiyle Roma ve Kelt soylular bir germenleşme süreci yaşadılar. Böylece dil yeni bir yapılanma içine girdi. Hıristiyanlığın 7. Yüzyıldan itibaren yaygınlaşması üzerine, misyonerler ve yerli din adamları Latincenin binlerce kelimesinin daha ada halkının diline girmesini sağladılar. Aynı yüzyılın ikinci yarısında başlayıp yaklaşık yüzyıl süren Viking saldırıları sırasında İskandinav dillerine ãit çok sayıda askerî ve hukukî terim İngilizceye yerleşti. 1066’da Fatih William’ın girdiği savaşı kazanmasıyla başlayan Norman hãkimiyeti, Fransızcayı resmî dil hãline getirdi. Bu durum adada konuşulan dili ve kelime hacmini olağanüstü bir değişime mãruz bıraktı. Bürokraside Fransızcanın ağırlık kazanmasıyla İngilizce zor bir dönemden geçse de varlığını korudu. Devlet olarak “güneş batmayan imparatorluk” diye tãbir edilen büyük/”süper” güç hãline geldiklerinde ise İngilizler hiçbir komplekse kapılmadan neredeyse her milletin dilinden çok sayıda kelime alıp İngilizcenin kelime hacmini olağanüstü genişlettiler. Bugün yarım milyon civãrında kelime hazînesine sãhip olmakla İngilizce, hem İngilizlerin övündüğü hem başkalarının gıpta etiği bir dil durumundadır. Aklı başında hiçbir İngiliz aydını da çıkıp “İngilizce orijinli olmayan bunca kelimeyi niçin kullanıyoruz, atalım gitsin” demez; bilakis o yüzbinlerce kelimenin hepsini sãhiplenir. Zaten İngilizler öyle bir tasfiyeye tevessül edecek olsalar, İngilizce büyük bir deprem sırasında çöken ve on katının sekizi toprak altında kalan bir binãdan farksız duruma düşer.

….

Sãdece İngilizce mi? Hayır, hemen hemen her büyük milletin dili tãrih boyunca –tabiatiyle zaman, zemin ve şartlar itibãriyle farklılıklar bulunsa da- benzer bir kaderi yaşamıştır.

Türk Milleti büyük bir millet olduğuna göre, İngilizcenin, İtalyancanın, Fransızcanın İspanyolca ve Almancanın, Arapçanın, Farsçanın v.b. başına gelenler, Asya’dan güney ve kuzey batıya doğru büyük bir göç macerası da yaşadığımız için –belki biraz fazlasıyla- Türkçenin de başına gelmiştir.

Çok eski devirlerde dilimize Çince, Moğolca gibi Asya dillerinden kelimelerin girmiş olduğu bir vãkıadır. İslâm dînine intisab etmemizden sonra gerek dînî gerek siyãsî sebeplerle yüzyıllar boyunca külliyetli miktarda Farsça ve Arapça kelime dilimize girdi. Hem devlet adamlarımızın hem edebiyatçılarımızın bir kısmının “avam” denilen sıradan insanlarla araya bir mesãfe koymak amacıyla yãhut ilim-irfan bakımından bir üstünlük belirtisi olsun diye veyãhut zor anlaşılır, tumturaklı şiirler yazmak hevesiyle bu dillerden kelimeler, terimler, terkibler almak bãbında ifrata kaçtıkları da doğrudur. Selçuklular döneminde –yanlış hatırlamıyorsam- Farsçanın 170 sene, Arapçanın 130 sene resmî dil olarak kabul edildiğini, Osmanlılar döneminde ise Türkçe resmî dil olarak kabul edilmesine rağmen sarayda ve devlet bürokrasisinde Arapça ve Farsçadan alınmış çok sayıda kelime veya terkibin kullanıldığını dikkate alacak olursak, bu durumdan hem okumuş-yazmış/”aydın” insanların, hem ‘yönetilen’ konumundaki halkın etkilenmiş olmasını normal karşılamamız gerekir.

İslâm’a girişimizden ve ön-Asya’ya yönelişimizden sonra yaklaşık dokuzyüz seneyi kapsayan bu süreçte her ne kadar dilimiz Arapça ve Farsça kelimelerin –bir bakıma- istilâsına uğradıysa da, milletimiz hem cümle yapısı/gramer kuralları bakımından Türkçemizi ayakta tutmayı hem atalar yurdundan hãfızasına yüklediği küçümsenemeyecek sayıda kelimeyi bugünlere taşımayı başardı. Hakîkat nãmusuna sãhip her aydın kabul eder ki, 20. Yüzyılın ilk yarısındaki durum îtibãriyle Türkçemiz, İngilizceden hiç de aşağı olmayan bir kelime hazînesine sãhipti. Bu hazîneyi Dede Korkut’la Ahmet Yesevî, Yunus’la Fuzulî, Karacaoğlan’la Nedim, Pir Sultan’la Bãkî v.d. birlikte doldurup bize bırakmışlardı.

İstiklâl Savaşı’nı kazanarak 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Atatürk ve oluşturduğu kadro, fiilen ayakta durma gücünü kaybetmiş Osmanlı Devleti’ni hukuken de tasfiye ederken, çok sayıda önemli inkılâplar yaptı. Ne kadar haklı ne kadar haksız oldukları ayrı bir değerlendirme konusu olmak üzere, en azından bir kısmına hãlâ muhalif olanların bulunduğu bu inkılâplar arasında harf inkılâbı da vardı. Arap alfabesinin yerini Latin alfabesi aldı. Bunun sebebi , şüphesiz alfabe ve buna bağlı eğitim-öğretim meselesinin akılcı ve faydacı bir anlayışla ele alınmasıydı. İlim ve teknoloji alanında Batı dünyãsı ile aramızdaki mesãfe son dörtyüz yıl içinde o kadar açılmıştı ki bu mesãfeyi ãzamî hızla kapatabilmek için Avrupa dillerinin daha kolay öğrenilebilmesini, tercümelerin daha kolay yapılabilmesini, dolayısıyla ilmî ve teknik bilgilere daha kolay ulaşılabilmesini sağlamak gãyesiyle bu inkılâbın yapılmasına gerek duyuldu.

Türkiye bütün ilim dallarında büyük atılımlar yapmak zorundaydı ve “ilm-i lîsan” da bunlardan biriydi. Bu alanda bir taraftan üniversite bünyesinde akademik çalışmalar sürdürülürken diğer taraftan Türkçe ile özel olarak ilgilenecek, Türkçenin her yönüyle incelenmesine, gelişip güçlenmesine hizmet edecek devlet destekli bir kurumun oluşturulmasına ihtiyaç hissedildi ve böylece 1932 yılında o zamanki adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti sonraki adıyla Türk Dil Kurumu ( TDK ) kuruldu. Biraz dramatik olsa da vãkıa şu ki bu önemli kurumun ilk genel sekreteri Agop Dilaçar isimli Ermeni asıllı bir vatandaşımızdı…

İstanbul’un fethinin üzerinden çok geçmeden – en azından çok geniş bir coğrafya ve çok sayıda millet üzerinde hükümran olma açısından – imparatorluk hüviyeti kazanmış bir devleti yöneten Osmanlı hãnedãnı, özellikle 16. Yüzyıldan îtibãren burada ayrıntısına girmeyeceğimiz belli düşüncelerle devlete vücut veren asıl güç kaynağı durumundaki Türkleri büyük ölçüde geri plana itmişti; bu yüzden gerek merkezî yönetimde/sarayda gerek devlet bürokrasisinin diğer önemli mevkîlerinde gittikçe artan bir oranda “dönme-devşirme” denilen Türk olmayan unsurlar söz sãhibi olmuştu. Cumhuriyet kurulduğunda, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı gibi makamlar bir yana, söz gelişi Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne tãyin etmek için bile tahsili, tecrübesi müsãit Türk bulmak bir mesele idi…

….

Atatürk’ün hakîkaten büyük bir dehãya sãhip bulunduğunun apaçık delillerinden biri de şüphesiz dönme-devşirmelerin ezici çoğunlukta ve çok güçlü oldukları bir siyãset zemîni üzerinde künyesine Türklük mührü vurulmuş bir millî devleti inşã edebilmiş olmasıdır.

Bu inşã sürecinde Atatürk’ün karşılaştığı güçlüklerin belki de en önemlisi, Osmanlı pãdişahlarına olduğu gibi O’na karşı da riyãkâr olan, O’nun yüzüne karşı sevgi, saygı, sadãkat gösterilerinde bulunup hem kendisinden hem Türk Milleti ve Devletinden nefret etmekte olan tipleri teşhis edip onların ilk bakışta çok cãzip görünen art niyetli telkin ve tavsiyeleriyle hayãtî ehemmiyeti hãiz siyãsî kararlar almamaktı. Elbette bir kişinin bu konuda yüzde yüz başarılı olması imkân ve ihtimal dãhilinde değildi. Nitekim, bir ara tamãmen öz Türkçe kelimelerle konuşma çabasından ve bütün dillerin Türkçeden türediği iddiãsına dayalı “Güneş Dil Teorisi”nden kendi ifãdesiyle ‘çıkmaz yol’a sevkedildiğini fark ederek vazgeçmişti.

Ne var ki 1938’de öldüğüne değil öldürüldüğüne inandığım Atatürk’ün birçok söz ve davranışı gibi Türkçe konusundaki hassãsiyeti de hem asıl hedefinden saptırıldı hem alabildiğine istismar ve suiistimal edildi. Türkçeyi tãrihî kaynakları ve gelişimi itibãriyle her yönden araştırıp incelemek, temel kurallarına uygun yeni kelimelerin üretilmesi ve yabancı kelimelere Türkçe karşılıklar bulunması suretiyle dilimizin daha güçlü ve zengin duruma getirilmesi için çalışması gereken TDK, “birileri” tarafından tam aksine Türkçeyi tãrihinden büyük ölçüde koparmanın, bir bakıma sıfırlayıp yepyeni bir dil üretmenin enstrümanı olarak kullanılmak istendi.

‘Zehri altın kâse içinde sunarlar’ ya; Türkçeyi küçük bir klan lîsanı durumuna düşürmeye çalışanların kullandıkları kâse de “öz Türkçecilik”, diğer adıyla “arı Türkçecilik” oldu.

1960 askerî darbesinin yol açtığı ideolojik kutuplaşma ortamı, ne yazık ki dil alanında da aydınlarımızı marazî bir zıtlaşmaya sürükledi. O zamanki klişeleşmiş isimlendirme ile “solcular” olabildiğince yeni üretilmiş kelimelerle konuşup yazmaya, hattâ kimileri Türk Dil Kurumu’nun henüz karşılığını bulup yayınlamadığı Arapça/Farsça kökenli Osmanlıca kelimelerin yerine bireysel olarak uydurdukları ‘sözcük’leri topluma empoze etmeye çabalarken, “sağcılar” ise doğrudan doğruya Osmanlıcayı sãhiplenemediklerinden olsa gerek, ‘yaşayan Türkçeyi savunmak’ adına yeni kelimeler üretilmesini ve üretilmiş olanların da toplum tarafından kullanılmasını önlemeye gayret ediyorlardı.

Dünyãda aydınlarının kendi dilleri üzerinden öylesine keskin bir ihtilâfa hattâ kutuplaşmaya sürüklendiği ikinci bir ülke var mıdır, doğrusu bilmiyorum. Bildiğim, şu veya bu tarafta yer alanların çok büyük çoğunluğu kendilerini o kutuplaşmaya sevk edenlerin kimler olduğundan ve bunu niçin yaptıklarından bîhaberdiler. “Onlar kimlerdi ve amaçları neydi” sorusunun cevabı, ancak başka bir makaleyle anlatılabilecek kadar derin bir meseledir. Konuyu dağıtmamak bakımından Atatürk’ün nasıl bir siyãsî zemin üzerinde bu devleti kurmayı başardığı hususunda yukarıda okuduğunuz kısa açıklamaya gönderme yapmakla yetineceğim.

Fitili aslında çok daha eski tãrihlerde ateşlenmiş olan bu dil kavgası, her iki tarafın da önemli hatãlar yapmasına yol açtı. “Sağdakiler” Türkçenin kurallarına ve ifãde zevkine uygun olup olmadığına bakmaksızın üretilen her yeni kelimeye kaşı çıkmak bãbında eleştirmek veya alaya almak amacıyla yazarken veya konuşurken ister istemez o kelimelerin herkes tarafından okunmasını, duyulmasını sağlıyorlardı; “reklamın kötüsü olmaz” kuralının bu alanda da geçerli olduğunu sonradan fark etmiş olsalar da artık çok geçti; binlerce yeni kelime artık zihinlerde ve dillerde idi. “Soldakiler” bir taraftan milliyetçi olmakla faşist olmayı ‘özdeş’ görüyorlar, bir taraftan dilde ırkçılık denebilecek bir anlayışla dilimizde Arapça ve Farsça kökenli hiçbir kelime bırakmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı.

İdeolojik kutuplaşma öğretmenler arasında bir hayli yaygınlaşmıştı; “solcu” öğretmenlerin önemli bir kısmı sınavda ‘olanak’ yerine ‘imkân’, ‘olasılık’ yerine ‘ihtimal’ kelimelerini kullanan öğrencilerine, “sağcı” öğretmenlerin bir kısmı da tersini yapanlara geçer not vermiyorlardı. Neyi ne kadar bildiğinize değil hangi tarafa ne kadar yakın olduğunuza bakılıyor, size ona göre değer biçiliyordu. O zamanlar eski “solcu” yeni “sağcı”, bugün îtibãriyle çoktan rahmetli olan Cemil Meriç’in ideolojiler/’izm’ler hakkında “idrãkimize giydirilmiş deli gömlekleri” diyerek yaptığı tanımlamanın mantığı, belki de tarafların düştüğü bu ifrat-tefrit olgusuna dayanıyordu.

Kim kazandı veya kim kaybetti? Bana göre, “aydın” sıfatıyla dil kavgası yapan her iki taraf da kaybetti; Türk Milleti ve Türkçe kazandı. Millet, hançeresine uymayan, ifãde zevkine, yüzyıllar boyunca ruhuna, mãşerî vicdanına işlemiş bulunan duygularına hitap etmeyen ‘yeni’ kelimelere sırf yenidir diye rağbet göstermedi. Birkaç mîsal vermek gerekirse, bugün hemen hiçbirimiz “genellikle” yerine “umumiyetle” demiyoruz; çünkü üretilen yeni kelimeyi millet benimsedi. Buna karşılık “aşk”ı, “sevdã”yı milletin gönlünden kimse silemedi; “sevi” tutmadı. Zaten arı dilci olanların çoğunluğunu yönlendiren ‘beyin takımı’nın asıl amacı, Türkçeyi öz Türkçe kelimelerle konuşulup yazılan bir dil hãline getirmek değil, dilimizde Arapça ve Farsça kelime bırakmamak suretiyle, yeni nesilleri yaklaşık bin yıldır İslâm’ın ruh ve yön verdiği kendi milletinin tãrihine, ecdãdından miras kalan ilmî, dînî , edebî eserlere yabancılaştırmak, buna karşılık asıl yabancı olanlarla yãni Avrupalılarla, Amerikalılarla yakınlaştırmak, kaynaştırmak ve hattâ özdeşleştirmek idi. Öyle olduğu içindir ki sadece tabip kelimesini değil Türkçenin hem büyük hem küçük ses uyumu kuralına uygun olan ve ‘Çankaya’ sãkininden dağ başındaki çobana kadar herkesin bildiği hekim kelimesini bile dışlamak istediler ve üstelik öz Türkçe olarak bilinen ‘otacı’ kelimesinin yerine Frenklerin ‘doktor’unu ikame ettiler. Millet bugün yerine göre tabip, hekim, doktor kelimelerinin üçünü de kullanıyor; fakat meselâ, hiç kimse “gittiğimiz hastanenin baştabibi” veya “başhekimi” yerine “başdoktoru” demiyor. Çünkü yuvarlak seslerle dolu doktor kelimesiyle yapılan bu tamlama, milletin hançeresine ve ifade zevkine uymuyor. Keza, ‘hayat’ ile ‘yaşam’ , ‘tabiî’ ile ‘doğal’ kelimeleri hemen hemen eşit oranda kullanılıyor; fakat ismini hatırlayamadığım bir yazarın ifade ettiği gibi, hiç kimse “yarın yine buluşacak mıyız” diye soran sevgilisine “tabiî hayãtım” yerine “doğal yaşamım” demiyor, diyemiyor.

Varlık ãleminde ‘insan olma’nın ayrı bir zevki olduğu gibi, Türkçe konuşuyor olmanın da ayrı bir zevki var…

….

Milleti oluşturan tãrihî – sosyolojik unsurlar arasında dil çok önemli bir yer tutar. Bir millet tãrihin akışı içinde hayãtiyetini sürdürebildiği müddetçe milletin dili de canlılığını korur. İçinde yaşadığı fizikî ve siyãsî coğrafya, bağlı bulunduğu din, diğer milletlerle olan ilişkiler, ilim ve teknoloji alanında ulaşmış olduğu seviye ve bunların birinde yahut tamãmında meydana gelen değişmeler, milletin yaşayış tarzını, kültürünü etkilediği gibi dilini de etkiler. Millet bir devlet sãhibiyse, devletin hükümranlık sahasının büyümesi ve özellikle başka milletleri de yöneten bir imparatorluk hãline gelmesiyle aynı siyãsî otoriteye bağlı milletlerin dilleri arasında kelime geçişleri olur. Tabiî ki güçlü durumda bulunan milletin dili diğerlerini daha çok etkiler; deyim yerindeyse daha çok kelime ihraç eder. Bir milletin/devletin gücü ile başka milletlerin dilini etkileme arasındaki bu bağıntı, içinde yaşadığımız dolaylı veya örtülü imparatorluklar çağında egemen gücün doğrudan doğruya dilini ihraç etmesi , kendi dilini “dünyã dili” olarak benimsetmeye çalışması şeklinde tezãhür ediyor. Sözde “bizim” olan gazeteler ve televizyon kanallarındaki yazarların, program sunucularının, oralarda seslerini duyurabilen politikacıların, müzisyenlerin, artistlerin, sözde Cumhuriyetimizin emãnet edildiği gençliği yetiştirecek öğretmenlerin/profesörlerin önemli bir kısmı, ãdetã o egemen gücün maaşlı yahut gönüllü misyonerleri gibi yazıp konuşuyorlar. ‘Değişim’ yerine ‘transformasyon’, ‘verimli’ yerine ‘rantabl’, ‘görüş’ yerine ‘vizyon’, ‘ortam’ yerine ‘ambiyans’ gibi Avrupa dillerine ait kelimeleri özellikle İngilizce telâffuzuyla kullanmakta ısrar ediyorlar.

Bu şartlarda dil konusundaki tavrımız ne olmalı diye soracak olursanız, şunları söylemek isterim.

  • Dilde “arıcılık”, tãrihin akışına, sosyolojinin ve toplum psikolojisinin kurallarına aykırı bir tutumdur; önemli olan, temel kurallarına, ifãde zevkine uygun şekilde dilin geliştirilip güçlendirilmesidir. Bu bakımdan, kullandığımız kelimelerin kaynağından ziyade herkesin zihninde aynı anlamı taşıyor olması önemlidir.
  • Milletimiz yabancı dillerden gelen kelimeleri er-geç kendi hançeresine ve ifãde zevkine uygun hãle getirir; bir bakarsınız Arapçadan gelen ‘fãide’ kelimesi ‘fayda’, Farsçadan gelen ‘nemaz’ kelimesi ‘namaz’ oluvermiştir. Türk’ün hançeresine ve ifãde zevkine uymayan kelimeler halk arasında tutunamaz; onlar “marjinal” kalmaya mahkumdur.
  • Zihnimizdeki düşünceyi muhãtabımıza en doğru şekilde yansıtacak kelime hangisi ise onu kullanmalıyız. “Kahve çok tatlı olmuş” yerine “çok şekerli olmuş” diyebiliriz, fakat “çok tatlı bir uslubunuz var” yerine “çok şekerli bir uslubunuz var” diyemeyiz.
  • Yabancı dil öğrenmek, bilmek, özellikle yaşadığımız çağda büyük bir önem taşımaktadır. Bu bakımdan hiç olmazsa bir yabancı dili iyi derecede öğrenmeli, o dilde konuşup yazabilmeliyiz. Çocuklarımızın ise doğu dillerinden birini, batı dillerinden birini olmak üzere en az iki yabancı dili öğrenebilmeleri için ne mümkünse yapmalıyız. Fakat yabancı dil öğretimi ile yabancı dille öğretim arasındaki farka dikkat etmeliyiz. Her zaman ve her yerde “yabancı dil öğretimine evet, yabancı dille öğretime hayır” demeliyiz. Yabancı dille öğretim, kelimenin tam anlamıyla ihãnettir! Lozan anlaşmasıyla Yahudiler, Ermeniler ve Rumlardan ibaret azınlıklar için tanınmış bir hakkın Türk çocukları için bir görev hãline getirilmesi, içimizde daha doğrusu tepemizde çöreklenmiş dönme-devşirme güruhunun dış güçlerin desteği ile oluşturduğu bir asimilasyon tezgâhıdır. O tezgâhı mutlaka bozmalı ve yok etmeliyiz!

Evet, ilk sözümüz son sözümüzdür diyerek noktayı koyabiliriz:

Türk, konuştuğu dilden fazla Türk, yabancı, konuştuğu dilden fazla yabancıdır…

Muhsin Küçük hakkında 110 makale
Av.Muhsin Küçük

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Lütfen görselin sonucu giriniz *