Uyum mu, uydulaşmak mı, ulaşmak mı?

Bir “millî devlet” modeli olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında ve Türk Milleti’ne yeni bir “hattı istikbal” tâyin eden Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki inkılâpların fikrî temellerinin oluşturulmasında önemli bir etkiye sâhip bulunduğu kabul edilen Ziya Gökalp, fikirlerine hâkim olan rûhu üç kelimeden ibâret bir umde ile ifâde etmişti: Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak.

***

Evet, Türkleşmemiz gerekiyordu; asırlar öncesinde İslâmlaşmakla Araplaşmayı/Farslaşmayı birbirine karıştırdığımız, daha doğrusu has İslâm’ın has temsilcileri sandığımız Arap/Fars âlimleri ve siyâsetçileri bize o istikâmette telkinlerde bulundukları için, yeterince Türk kalamadık. Her ne kadar Türkçemiz çok sağlam olan gramer temeli üzerinde ayakta kalabildi, canlılığını sürdürebildiyse de gereğinden fazla Arapça/Farsça kelimeler, terkipler dilimize girdi.

Diğer taraftan, özellikle İslâmî kılıf giydirilmiş Fars ruhbâniyetçiliği, bizi, okumayan, araştırmayan, keşif ve îcatlarda bulunamayan, ekseriyeti îtibâriyle “molla”, “hüccetullah”, “âyetullah” gibi unvanlara, rütbelere sâhip ruhbanların İran’da oluşturduğu kültür ikliminin Eş’ariye vâsıtasıyla bütün İslâm dünyâsını etkilemesinin bir sonucu olarak şeyhlerin, şıhların ve onların nüfûzu altındaki “ümera”nın ağzına bakan, onların “emirlerine âmâde” ve onların “lütuflarına muntazır” bir toplum hâline getirdi.

Yakın zamanlara kadar alfabelerimizde yer alan “Ali yat uyu” emirleri ve “Baba bana top al, baba bana şeker al” hazırcılığı, o kültür ikliminin Cumhûriyet döneminde de devam edebilen esintileridir. Okula yeni başlamış çocuğa öyle cümlelerle okuma yazma öğretmenin hangi etkilerle ve hangi zihniyetle yapıldığı başlı başına bir yazı konusudur; geç de olsa yanlışlığı anlaşıldı ve terk edildi. Kaldı ki İran’daki ruhban sınıfı bile, hem Fars Milleti’ni hem bütün İslâm Ümmeti’ni geri bırakan o köhne zihniyeti sürdürmenin yol açtığı “büyük tehlike”yi gördü, son zamanlarda fen ilimlerine ve teknolojiye gereken önemi vermeye başladı. Darısı ekseriyeti hâlâ “hâbı gaflette” olan Arapların başına diyerek devam edelim.

***

İslâmlaşmamız gerekiyordu; çünkü millet olarak İslâm dairesine girdiğimiz ilk zamanlarda, Kur’ân-ı Kerîm’in tebliğ ettiği din, bizim için bir “sırrı mahfuz”, bir “ilmi mahrem” durumunda idi. Bu keyfiyet, Arap/Fars âlimleri ve siyâsetçileri tarafından bizim üzerimizde bir “sırrı nüfûz”, bir “ilmi tahakküm” hâline getirilerek suiistimal edildi.

İçeriye dönük iktidar ve dışarıya dönük sömürme hırsı öylesine korkunç sapkınlıklara yol açtı ki, ciltler dolusu tahliller ve tesbitler gerektiren oluşların ve olamayışların ekseni üzerinde hükmünü icrâ eden târihî diyalektik, 20’nci yüzyılın başındaki durum îtibâriyle bizi de asıl İslâm’a hâlâ vukûf edememiş, sindirilmiş, uyuşturulmuş, zayıf düşürülmüş ümmete mensup bir millet olarak geri kalmışlığın cenderesinde kıvrandırmaya devam ediyordu…

Bu fecaatin sebebi elbette Kur’ân-ı Kerim’le vaz edilen İslâm değil, aslında haham yahut papaz olmalarına rağmen tersinden misyonerlik yaparak çok yüksek takvâ sâhibi , derin mutasavvıf, büyük âlim pozlarında insanlarımıza tevekkül diye zihnî ve fiilî tembelliği, kanaatkârlık diye bir lokma bir hırka anlayışını, sabır diye zulme rızâ gösterip zâlime boyun eğmeyi ve bunlara muâdil şeytânî çarpıtmaları din adına telkin edenlerdi.

***

Muâsırlaşmamız gerekiyordu; çünkü müsbet ilimler ve teknoloji alanında Hristiyan tandanslı Batı dünyâsının yaptığı hamleler öylesine büyük bir kuvvet farkı meydana getirmişti ki, şâyet bu farkı kapatabilecek bir sür’atle ilerleyemezsek, “milletler mezarlığı” bizi de yutmaya hazırdı.

Üstelik bu ilerlemeyi o şekilde başarmalıydık ki, Batı dünyâsı bizi “başı küçükken ezilmesi gereken bir yılan gibi” görmemeli ydi; askerî bir tâbirle arâziye uymalı, eloğlunun görür görmez silâhına davranacağı “düşman görüntüsü”nden kurtulmalıydık. İstiklâl Savaşı’nın dâhî komutanı M.Kemal Paşa, fikrimce askerî birikiminin ilham ettiği bu “kamuflaj” düşüncesiyledir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra yaptığı inkılâplar arasına kıyâfet inkılâbını da dâhil etmişti; fes yerine şapka, yakasız mintan yerine Frenk tipi gömlek giymekle medenî/muâsır olmak arasında doğrudan doğruya bir sebep-sonuç münâsebeti bulunmadığını elbette biliyordu.

Latin alfabesini almak, Batılıların ölçü birimlerini kullanmak da aradaki ilim ve teknoloji farkını kapatabilmenin pratik çârelerinden-kestirme yollarından biriydi…

***

İnkılâpların gâyesi, medenîleşmekti, muâsırlaşmaktı; Batılılaşmak değil, soytarılaşmak değil!

İnkılâpların gâyesi, Batı dünyâsına ulaşmaktı; uymak değil, uydulaşmak değil.

Uydulaşmayı “uyum” diye nisbeten daha az antipatik bir etiket altında yutturmaya çalışan Milliyetçilik, Müslümanlık ve Atatürkçülük münâfıklarına hep berâber haykıralım:

UYUMUYORUZ!

Muhsin Küçük hakkında 110 makale
Av.Muhsin Küçük

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Lütfen görselin sonucu giriniz *